top of page
İklim Değişikliği, Nüfus, Kuraklık ve Göçler 
Kaynak: asuzer.blogspot.com.tr 'İklim Değişikliği, Nüfus, Kuraklık ve Göçler')

İklim değişikliğinin yarattığı su sıkıntısı ve kuraklık bilim insanlarının ileri sürdükleri dışında, bugüne dek çok fazla öngörülememiş daha yakın olumsuz sonuçları ile insanoğlunun binlerce yılda ulaştığı uygarlığı çok kısa sürede yok edecek gibi görünüyor. Umursamaz tavrımızı en kısa sürede değiştirmezsek öncelikli yıkılacak uygarlıklardan biri de Türkiye olacak. Belki de ilk sıradayız. 

 

İklim Değişikliğinin temelinde küresel ısınma yatıyor ve bu ısınma özellikle son yıllarda insanoğlunu giderek artan felaketlerle daha sık karşı karşıya bırakmaya başladı. Yapılan ölçümler 19.YY’ın sonundan bugüne atmosferdeki sıcaklık artışının 0,9 santigrat derece olduğunu göstermektedir. Sonuç olarak bugün yaşadığımız sorunları yalnızca 0,9 derecelik bir artışın sonucu olarak yaşıyoruz. Bu sorunlar da gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına neden oldu. Birçok bilimsel ve/veya uluslararası toplantılarda bundan sonra artışın 2 santigrat derecenin üstüne çıkmaması için çabalara yönelik neler yapılması gerektiği üzerinde konuşuluyor. Peki, ama daha yaklaşık 1,1 derecelik artış sonucu neler yaşayacağımıza ait gerçek bir modelleme, geleceğe ilişkin doğru bir simülasyon var mı? Var olanların 0,9 dereceden sonra olacaklarla mukayeseli sonuçlarını görebiliyor muyuz? Son yüzyılda sıcaklık artışı 0,9 derece. Evet, ama bu artışın 0,25 santigrat derecelik kısmı 50 yıl öncesine kadar gerçekleşmiş. Yani 1970’lerden bugüne ısı artışı 0,65 derece. Ve biz yalnızca 0,65 derecelik bir artışın sonucu olarak Kuzey kutbunu kaybettik. Antarktika’da devasa bir buzul kütlesinin -ki büyüklüğünün kilometrelerce kare olduğu söyleniyor- kopuşunu, yeryüzünün tamamında binlerce kilometrelik akarsu ve dere yataklarının, yine toplamı yüzlerce kilometre kare olan irili ufaklı gölleri kaybettik. Dünya üzerinde yaşadığımız kuraklıklar ve bu nedenle kaybettiğimiz ekilebilir alanları bu saydıklarımıza ekleyebiliriz. O halde bu noktada durup düşünelim. Yalnızca 0,65 santigrat derecelik bir ısınma ile bütün bunları yaşadıysak bu ısınmanın ÜZERİNE 1,0 santigrat derece daha ısınma ile neler yaşayacağız? Ve bize bununla ilgili yapılan sunumlar hem önümüzdeki zamanla, hem de başımıza geleceklerle ilgili hangi ölçüde doğruyu gerçekten yansıtıyor.

 

Bütün bu sorularımızla aslında; ‘buzullar sizin öne sürdüklerinizden daha hızlı ve daha fazla eriyerek deniz suyunu dediğiniz gibi 1metre, 3 metre değil, 10 metre yükseltecek’ demek istemiyoruz.  Amacımız dünyanın hangi bölgelerinin örneğin 5’er yıllık süreçlerde daha öncelikli olarak kuraklık belası ile karşılaşıp bu kuraklığın önce kendi bölgesinde ortaya çıkaracağı sosyal sorunlar ve daha sonra kendi dışında başka nereleri nasıl etkileyeceği çalışmalarının doğru olarak yapılması çağrısıdır. İnsanoğlunun yarattığı uygarlık tehlike altında. Ve bu tehlike; insanoğlunun iklim değişikliğinin ortaya çıkardığı ve çıkaracağı sonuçlara karşı kendi yaşamını sürdürebileceği başka yerlere doğru kitlesel GÖÇLER ile yaşanacaktır. İnsanoğlunun yarattığı uygarlık tehlike altında. . .   İnsanoğlunun yarattığı uygarlık tehlike altında. . .

 

Dünya Bankası bünyesinde 2016 yılında yapılan bir çalışmaya göre; (High and Dry: Climate Change, Water, and the Economy) İklim Değişikliğinden kaynaklanan küresel etkinin çoğu doğadaki su döngüsünden kaynaklanacaktır. Rapor, önümüzdeki otuz yıl içinde, küresel gıda sisteminin yüzde 40 ila 50, kentsel ve endüstriyel su talebinin yüzde 50 ila 70 enerji sektörünün ise yüzde 85 artacağı sonucuna ulaşmış. İlerleyen bölümlerde bu üç alandaki talep artışlarını biraz daha açık ortaya koymaya çalışacağız. Bir yanda bu talep artışı -ki bu artışların tamamının karşılanması suya bağlı- diğer yanda ise su döngüsünün yer, zaman ve miktarsal bozulması önümüzdeki çok da uzun olmayan bir süreç içinde insanlığı derinden etkileyecek sonuçlar doğuracaktır.

 

Şimdi isterseniz biraz gerilere gidelim ve tarihte konumuzla ilgili neler olduğuna bakalım. Ola ki, geçmişte yaşadıklarımız bugün neler yapmamız gerektiğine ve dolayısıyla yarın ki geleceğimizin daha doğru ve anlamlı şekillendirilmesine ışık tutabilir.

 

TUNÇ ÇAĞI

M.Ö 13. Yüzyılın ortalarında bir Hitit kraliçesi Mısır Firavunu II. Ramses’e önce bir mektup ardından da bir heyet göndererek ülkesinde tahıl olmadığını ve kendisine tahıl göndermesini istedi. Birkaç on yıl sonrasına ait bir başka Mısır yazıtında ise; zamanın Mısır firavunu Merneptah’ın ‘Hatti ülkesinin ölümünü engellemek için onlara gemilerle tahıl gönderdim’ deniyordu. 

Ünlü tarihçi; Eric Cline, M.Ö 1177 Medeniyetin Çöktüğü Yıl adı ile Türkçeye çevrilen kitabında Tunç Çağı ile ilgili neler söylüyor:

“Ege, Mısır ve Yakındoğu’da Tunç Çağı, yaklaşık olarak M.Ö 3000 yılından M.Ö 1200 yılının hemen sonrasına kadar, yani neredeyse iki bin yıl sürdü. Yüzyıllar boyunca süren kültürel ve teknolojik evrimden sonra sonu geldiğinde, batıda Yunanistan ve İtalya’dan, doğuda Mısır, Kenan ve Mezopotamya’ya kadar Akdeniz bölgelerinin uygar ve uluslararası dünyasının büyük kısmı hazin bir şekilde sekteye uğradı. Yüzyıllar içinde evrilmiş olan büyük imparatorluklar ve küçük krallıklar hızla çöktü. Onların sona ermesiyle birlikte, uzmanların eskiden dünyanın ilk Karanlık Çağı olarak nitelendirdiği bir geçiş dönemi başladı. Yunanistan’da ve etkilenen diğer bölgelerde yeni bir kültürel Rönesans’ın başlayıp bugün bildiğimiz Batı toplumunun zeminini hazırlaması için yüzyıllar geçmesi gerekecekti.” (Adı geçen kitap - Önsöz)

 

Ünlü tarihçi Fernand Braudel, Bellek ve Akdeniz adı ile Türkçeye çevrilen kitabında Tunç Çağı’nın yıkılmasına neden olarak ortaya çıkan olasılıklardan en yaygın kabul görenini şöyle anlatıyor:

“Savaşçılar, dünya sahnesine çıktıkları andan itibaren arkalarında ölüm ve yıkım bırakarak hızla ilerlediler. Günümüzde uzmanlar onları toplu olarak “Deniz Kavimleri” diye adlandırıyor, ancak ülkelerine yapılan saldırıları kaydeden Mısırlılar bu tabiri hiç kullanmamış onun yerine bu insanları beraber hareket eden ayrı topluluklar olarak tanımlamışlardı: Filistler, Zekkerler, Şekeleşler, Şerdanalar, Danunalar ve Vavaşlar, kulağa yabancı gelen isimleriyle, yabancı görünüşlü halklar.

Mısır kayıtlarının bize aktardıklarının ötesinde Deniz Kavimleri hakkında çok az şey biliyoruz. Kökenlerinin nerede olduğu ile ilgili kesin bir şey söylemiyoruz. Belki, Sicilya, Sardunya ve İtalya, bir senaryoya göre de belki Ege ve Batı Anadolu’dan hatta Kıbrıs veya Doğu Akdeniz’den bile gelmiş olabilirler. Kökenleri veya yola çıkış noktaları olarak tanımlanabilecek hiçbir antik yerleşim alanı tespit edilemedi. Onları gözümüzde bir bölgeden diğerine durmadan hareket eden ve karşılarına çıkan ülke ve krallıkları istila edip yağmalayan topluluklar olarak canlandırıyoruz. Mısır metinlerine göre önce Suriye’de kamp kurdular, sonra Kenan ülkesi kıyısı boyunca aşağıya inip günümüzde Suriye, Lübnan ve İsrail’e ait olan topraklardan geçerek Mısır’daki Nil Deltası’na doğru ilerlediler." (Bellek ve Akdeniz – Fernand Braudel, Çeviren Ali Berktay 3.Basım Aralık 2016)

 

“Bilim adamları, özellikle de sadece Geç Tunç Çağı‘nın sonuna değil, Deniz Kavimlerinin göçlerinin sebebine bir açıklama bulmaya çalışan uzmanlar, önemli bir ihtimal olarak iklim değişikliğine, bilhassa kuraklığa ve bunun sonucu olan kıtlığa vurgu yapıyor. Arkeologların teorilerinin sıklıkla yayınladıkları dönemi, on yılı, hatta yılı yansıttığı kesin olsa da M.Ö ikinci bin yılın sonlarındaki muhtemel iklim değişiklikleriyle ilgili bu tür varsayımlar, iklim değişikliği ile ilgili şu andaki endişelerimizden onlarca yıl önce ortaya atıldı." (M.Ö 1177  Medeniyetin Çöktüğü Yıl - sayfa 175 - Eric H. Cline, Çeviren Ayşegül Kuglin, 1. Basım Şubat 2018)

 

“. . .  Bu kıyamet günlerinin başrol oyuncusu olan Deniz Kavimlerine gelince, . . . Kimdir bunlar tam olarak? Tarihçiler bu konuda şaşırıp kalmışlardır: Aynı anda birçok uygarlığı yok eden muazzam bir dramın kıyısında, bir süre sonra tüm tunç devrini yutacak olan bu deniz kazasının karşısında duru açıklamalar aramaktadırlar. Aslında elimizde dört olay grubu bulunmaktadır:

  • Hitit İmparatorluğu –Hatti- 1200’e doğru yıkılır;

  • Mykenai Sarayları 1200’e doğru yakılıp yıkılır;

  • Mısır belgelerinde Kuzey Kavimleri veya Adalar Kavimleri ya da Deniz Kavimleri olarak geçen kavimler M.Ö 1225 ve 1180’e doğru iki kez Mısır’a doğru saldırıya geçer ve ikisinde de ezilirler. Bu tarihler aşağı yukarı kesindir.

  • M.Ö 2. Binyılın sonunda uzun bir kuraklık dönemi Akdeniz’i sıkıntıya sokar.

 

Acaba dramın son şahsiyeti iklim, geri kalan herkesten daha mı önemlidir?”    

 

“. . . . Deniz Kavimlerinin niçin Batı Akdeniz bölgelerinden doğuya doğru hareket ettiği konusunda, daha önceki araştırmacıların uzun süre boyunca ağırlıklı olarak tercih ettiği açıklama kuraklık oldu. Bu uzmanlar, Kuzey Avrupa’daki bir kuraklık sebebiyle buradan Akdeniz bölgesine göç etmek zorunda kalan nüfusun, Sicilya, Sardinya ve İtalya’da yaşayan halkları, belki de ayrıca Ege halklarını yerlerinden ederek bu bölgelere yerleştiklerini öne sürüyordu. Eğer bu olaylar gerçekten yaşandıysa, uzakta, Doğu Akdeniz’de halkların göç etmesiyle sonuçlanan bir zincirleme reaksiyon başlamış olabilir. Büyük çaplı insan göçü başlatan kuraklık örnekleri konusunda en ünlülerinden biri, 1930’ların Amerika Birleşik Devletleri’nde, aileleri dalgalar halinde Oklahoma ve Teksas’tan Kaliforniya’ya göç etmeye zorlayan meşhur “Dust Bowl’a sebep olan kuraklık.

 

Bu tür göçler çoğu zaman ‘itme çekme kuramı’ ile açıklanır. Yaşanan yerde insanları göçe iten kötü şartlar, gidilecek yerde ise insanları cezbeden ya da çeken iyi şartlar vardır.” (M.Ö 1177  Medeniyetin Çöktüğü Yıl - sayfa 175-176 – Eric H. Cline, Çeviren Ayşegül Kuglin, 1. Basım Şubat 2018)

 

Tarih, gerekçesi her ne olursa olsun iklim değişikliği ve sonucu olan kuraklığın uygarlık üzerinde nasıl etkiler yarattığının örneklerine sahip. Kısa süreli kuraklıkların etkileri bir şekilde tölere edilebiliyor. Ancak çok daha geniş coğrafyalarda ortaya çıkan iklim değişikliklerinin yarattığı uzun yıllara yansıyan kuraklıkların sonuçları uygarlıkların çökmesine kadar gidebiliyor. Bugün ise; bölgesel değil, tüm dünyayı etkileyen bir iklim değişikliğinden söz ediyoruz. Bu değişikliğin sonuçları bugüne kadar açıklanmaya çalışılanlar kadar mı olacak?  En önemlisi; bahse konu tüm sonuçlar doğada yaşanacak değişikliklere ilişkin. Yani denizler yükselecek, belli coğrafyalarda kuraklıklar olacak ve çölleşme gerçekleşecek v.s. Tamam anladık. Peki! Tüm bu sonuçların özellikle kuraklığın toplumların yaşamlarında nasıl etkiler yaratacağını ve bu etkilerin hangi toplumsal hareketleri tetikleyeceğini ve bu tetiklemenin nasıl sonuçlar doğuracağına bakıyor muyuz? Bir yandan dünya nüfusunu oluşturan milyarlarca insana çok kısa sürelerde yine milyarlarca insan ilave olacakken, diğer yandan dünyanın en önemli coğrafyalarında kuraklık ve çölleşme gerçekleşecekse, bu milyarlar karınlarını nasıl doyuracaklar, nasıl yaşamaları için su bulacaklar? Bulamadıkları an gelip çattığında ne yapacaklar? 

Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir ülkede yine herhangi bir yıl kuraklık olabilir. Çoğu kez sonuçları o yıla ilişkin olumsuz etkiler gösterse de genellikle ülkeler bunu bir şekilde atlatabilirler. Ancak kuraklık ikinci, üçüncü yıl da devam ettiğinde sonuçlarının altından kalkmak giderek zorlaşır. Daha da uzun sürerse toplumsal yapı hiç tartışmasız bozulur. Bozulan toplumsal yapıyı onarmak ve yeni dengelerine oturtmak ise hemen hemen imkânsızdır. 

 

Toplumsal yapı nasıl bozuluyor? Oranı ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de tarım önemli bir nüfusu barındıran sektör. Bu hali ile uzun yıllar içinde oluşmuş bir toplumsal dengeyi sağlıyor. Söz konusu nüfusun yerleşikliği, o nüfusa sağladığı gelir, yerleşilen bölgelerde toplumun kurumsal yapılanması ve buna bağlı yaşam biçimi ile ortaya çıkan bir dengeden söz ediyoruz. Bütün bunların yanı sıra, içinde bulunduğu toplum için ürettikleri, toplumun yaşamını sürdürmesi için olmazsa olmaz beslenmesini sağlayan ürünler. Ve elbette bu ürünlerden başlayan ve tüm toplumun yaşamına kaynaklık eden gıda zinciri. Kuraklık söz konusu olduğunda nesiller boyu bulundukları yerde yerleşik olan bu kitleler, artık oldukları yerde bulamadıkları su ve yiyecek ile yaşamlarını sürdürebilecekleri geliri elde edebilmek üzere çaresizce kentlere doğru göç etmeye başlıyorlar.

 

Geçimini sağlayacak koşulları kaybetmekten öte, açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalmış insanların çok kısa zaman aralığında şehirlere göç ederek oraları doldurması, özellikle gelişmemiş ve/veya gelişmekte olan ülkelerde, hemen her alandaki kent altyapısının yetersizliği ile birlikte gerçek bir kâbus ortamı yaratmaktadır. Böylece sorun yalnız tarımsal yerleşim alanlarındaki dengeyi ve oradan başlayan gıda zincirini bozmaktan öte, göç edilen kentlerdeki ekonomik, sosyal, kültürel ve nihayetinde siyasal dengeleri de altüst ederek, tüm topluma yayılıyor.   

 

DÜNYA NÜFUSU       

2018 Yılı sonu itibariyle dünyamızın nüfusu yaklaşık 7,5 milyar. 2030 Yılında 8,5 milyara ulaşacak olan bu rakamın 2040 yılında ise 9,5 milyarı geçeceği öngörülüyor. Peki; bu ne demek? Elbette yiyecek talebinin artması demek. Ancak, ilk anda düşünülenin aksine;  yiyecek talebinin nüfus artışı ile doğru orantılı artması demek değil. Değil, çünkü teknolojinin, iletişimin ve toplumların yaşam standartlarındaki artışın etkisi ile yiyecek talebi söz edilen sürelerde nüfus artış hızından daha fazla artacaktır. Bunun içindeki kırmızı ve beyaz et talebinin de keza nüfus artış hızından daha fazla artacağı düşünülmelidir. Dolayısıyla yalnızca insan nüfusunun artması değil, insanı besleyecek hayvan nüfusunun da hızlı bir artışı söz konusu olacak. Bu durumda nüfusu artan hayvanların beslenmesi için gerekli yiyecek talebi de artacaktır. Kısaca on yıl sonra bugüne göre %13’den fazla insanı ve % 20 daha fazla hayvanı, yirmi yıl sonra ise % 27 daha fazla insanı ve % 45 daha fazla hayvanı beslememiz gerekecek.

Dünya Nüfusunun Yıllar İçindeki Artışı:

1830 Yılında dünya nüfusu bir milyara ulaştı. Sonrasındaki bir milyarlık artış için yüz yıl geçmesi gerekiyordu. Doğal olarak sonraki yıllarda her bir milyarlık artış için geçen süre giderek kısaldı. Nihayet son 14 yıl içinde bu süre 7 yıllara kadar düştü. Önümüzdeki süreçte ise her on yılda dünya nüfusuna bir milyarlık yeni ilaveler olacağı öngörülüyor.

Aşağıdaki Grafiklerde ise bu nüfusun Gelişmiş ve gelişmemiş bölgelere göre dağılımlarını göreceksiniz.

Açıkça görüleceği üzere önümüzdeki yirmi yıl içinde ilave olacak nüfusun hemen tamamı Az Gelişmiş Bölgelerde olacaktır. 

 

Nüfustaki bu artışa Gelirlerine göre gruplandırılmış ülkeler bazında da bakalım.

Nüfus artışlarının Gelişmiş Ülkeler dışında kalan Az Gelişmiş veya Gelişmekte Olan Ülkelerde hızlanarak artacağını açıkça görüyoruz. Bu durum ise açlık ve susuzluk olgusunun çok daha ağır yaşanacağını net olarak ortaya koymaktadır. 

TÜRKİYE’NİN NÜFUSU

Şimdi bir de Türkiye’nin nüfusuna bakalım.

Görüldüğü üzere ülkemizin nüfusu da son 60 yılda 3 kat artmış, özellikle son dönemlerde her yıl 1 milyon kişi nüfusumuza eklenmiş ve eklenmektedir. Bu artış hızı ile birlikte nüfusumuz 2030’da 92, 2040’da ise 100 milyonu geçecektir.

 

TARIM ALANLARI

Tüm bu artışların beslenme ihtiyaçlarına yanıt verilebilmesi için tarımsal üretimin bütün dünyada yıllar ilerledikçe arttırılması bir zorunluluk. Önümüzdeki 20 yıl içinde tarımsal üretimin bugüne göre %40’dan fazla artması gerekecek. Üretim artışı teknolojik gelişmelerden hareketle sağlanabiliyor olsa bile, tarımsal üretimin çok büyük bir bölümü hala kuru tarım olarak adlandırılan alanlarda gerçekleştiriliyor.  Kuru tarım ise, doğadaki yağışlara bağlı olarak yapılan tarım. Bu durumda doğanın son on bin yılda ulaştığı denge durumunun korunması çok önemli. Oysa son yıllardaki veriler dünya genelinde tarımsal alanların giderek azaldığını ortaya koymaktadır. Azalmanın gerekçelerinden biri sanayileşmenin artması ve buna bağlı şehirlere göçün yarattığı kentleşme olgusu. Yani tarım arazilerinin hızla yapılaşmaya açılarak kaybedilmesi bir tarafta, tarımda çalışan nüfusun azalması diğer tarafta kentleşme olgusunun sonuçlarıdır. Ancak asıl kayıp su sıkıntısı ve kuraklık nedeni ile ortaya çıkmaktadır. Ve bu durum gelecek yıllarda hızlanarak artacaktır.

 

Tarım Arazilerinin Yıllar İçindeki Ölçüleri:

Yukarıdaki grafikte yıllar içinde ekilebilir tarım arazilerinin toplam artışı gösterilmektedir. Son iki tarihe baktığımızda 1950 ile 2015 yılları arasında ekilen arazi miktarı yalnızca %9,78 artarken, daha önce verdiğimiz nüfus artış grafiğinde ise aynı yıllar arasında sayımızın yaklaşık üç kat arttığını görüyoruz. Görünen; ekilebilir tarım arazisi artmıyor, hatta son yıllarda azalıyor.  Ancak nüfus artışı durdurulamıyor. Soru: Nereye kadar?

 

Nüfus artışının tek etkisi yiyecek talebini arttırması değil. Besin tedarikinin sağlanmasından bağımsız olarak, artan nüfusa kendi geçimini sağlayacak gelirin de yaratılması gerekir. Kapitalizm ne yazık ki kendi işleyiş sistematiğinden kaynaklı sorunsalından ötürü bu kadar hızlı artan nüfusa gelir sağlayacak koşulları yaratacak durumda değil. Bu gelirin sağlanacağı alanlardan biri de tarım sektörü. Ve bir yanda tarım alanları daralırken diğer yanda tarım sektöründe çalışan nüfus sürekli azalıyor.

 

TÜRKİYE’DE TARIM ALANLARI

Aşağıdaki grafikte Türkiye’deki tarım alanlarının yıllar içindeki değişimleri görünmektedir.

1950 yılında 15,5 milyon hektar olan tarım alanlarımız yıllar içinde artarak 1960 yılında 23 milyonun, 1970 yılında 27 milyonun üzerine çıkmış ve 1979 yılında 28,7 milyon hektar ile en yüksek düzeye ulaşmıştır. Ancak, o tarihten sonra sürekli azalmaya başlayan tarım arazilerimiz 1990 yılında 27,9 milyon hektara, 2000 yılında 26,4 ve 2010’da 24,4 milyon hektara gerilemiştir. 2018 Yılı sonuna geldiğimizde ise 2010 yılına göre kaybolan tarım alanı yaklaşık 5 milyon hektardır. Bu rakamın ne demek olduğunu anlatabilmek için iki farklı örnek verelim: Kaybolan bu alan Avrupa’daki bazı ülkelerin yüzölçümlerinden büyüktür. Geride bıraktığımız 2018 yılı sonu itibariyle 126 milyon nüfusa sahip Japonya’nın toplam tarım alanı 5,6 milyon hektardır. Sanırız yeterince çarpıcı örnekler.

Tarımsal alanları salt ekim yapılan alanlar olarak görmemek gerekir. Bu alanların büyük bir çoğunluğu meralardan oluşmaktadır. Yanı sıra çok büyük bir bölümünün kuru tarım yapılan araziler olması nedeni ile su toplayabilmeleri için bir bölümünün nadasa bırakılması gerekir ki, bu rakam da yine 5 milyon hektarın üzerindedir.     

 

Sonuç olarak bu bölümde ortaya koymaya çalıştığımız; dünyada bu alanda yaşanan gelişmelere paralel olarak ülkemizde de tarım yapılabilir arazilerimiz yıldan yıla küçülüyor. Diğer yandan nüfusumuz hızla yükseliyor.

 

Konunun bir diğer boyutu ise insanoğlunun ihtiyacı olan tarımın küresel ısınmadaki payı veya etkisi.

Sera gazı emisyonlarının ana kaynağı olarak fosil yakıt tüketimini göstermiştik. Evet, bu doğru. Ancak bir çelişki gibi görünse de tarım da kendi faaliyet alanı içinde bir sera gazı kaynağıdır. Tarımın neden olduğu orman alanlarının yok edilmesi atmosfere salınan karbondioksitin emilme ve absorbe edilmesini engeller. Hayvancılığın doğal sonucu olarak üretilen biokütlenin yakılması ile yine ciddi miktarda karbondioksit atmosfere salınmaktadır. Diğer yandan özellikle hayvancılıkta ortaya çıkan metan gazı güçlü bir sera gazıdır ve dünyadaki toplam metan emisyonunun neredeyse dörtte birine kaynaklık eder. Bütün bunları topladığımızda tarımın tüm metan emisyonlarının en az yarısının sorumlusu olduğunu söyleyebiliriz. Metanın özelliği ise atmosferdeki ısınma sorununa karbon dioksitten hemen hemen 20 kat daha etkili olmasını gösterebiliriz. Burada anlatmaya çalıştığımız ise; sera gazları içindeki metan emisyonlarının ısınmaya olan etkisinin diğer emisyonlardan 20 kat daha fazla olması, ancak diğer yandan dünyanın artan nüfusunu doyurmak içinde daha fazla tarım yapma gerekliliği. Anlamamız gereken doğanın bir dengesi var ve bu denge herhangi bir oluşumun artışını sınırsız kılmıyor. Doğanın kendisini yeniden üretmesi için gerekli olan denge her ne ise bu dengeyi korumak zorundasınız. Ne tarımı sınırsız ne de nüfusu hoyratça arttırabilirsiniz. Oysa içinde yaşadığımız kapitalist sistemin, varlığını sürdürebilmesi için kendisini yeniden üretmesi gerekir. Bu ihtiyacı ise kendisini sürekli büyüterek gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu da onun kendi varoluşsal sorunu. Ancak, gerçek yaşamda, yani doğada bunun karşılığı yok. İşte bu nedenle hızla sona doğru yol alıyoruz.  

 

KENTSEL VE ENDÜSTRİYEL SU TALEBİ

Hem ülkemizde ve hem de tüm dünyada kentleşme olgusunun hızla artması ile birlikte hem kentsel ve hem de bu olgunun dayandığı sanayileşmenin artması nedeni ile endüstriyel su talebi hızla artmaktadır. Bir yandan hızlı nüfus artışı diğer yandan insanların en temel hakkı olan sağlıklı suya erişim talebi,  bu alanlarda kullanılan suyun yıllar içinde hızla artması sonucunu doğurmuş ve bu talep bugünden sonraki ilave nüfus artışına bağlı olarak da artmaya devam edecektir.

 

Birleşmiş Milletler verilerine göre 2017 yılında dünyada toplam 3,9 milyar insan kentlerde yaşamaktadır. Bu da toplam nüfusun %55’ini oluşturuyor. Ancak, yıllar içinde artacak olan bu oran 2040 yılında %60’ın üzerine çıkacaktır. Bu durumda toplam kentsel nüfus yaklaşık 6 milyar olacak. Yani 2017 yılına göre 2 milyar daha fazla insan için şehirlerde yer açmak ve onlara su bulmak zorundayız.      

ENERJİ

Buharın sanayide bir güç olarak kullanılmaya başlanması ile birlikte Sanayi devrimini (Endüstri 1.0) başlattık ve onu elde etmek için yaktığımız kömür bir enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlandı. İlerleyen yıllarda kömüre önce petrolü yakın zamanlarda da doğal gazı ekledik. Dolayısıyla kömür, petrol ve doğal gaz birlikte enerji kaynaklarımızın %80’inden fazlasını oluşturmuş oldu.  Yeryüzündeki ısınmanın ve buna bağlı iklim değişikliğinin nedeni ise işte bu fosil kaynakların giderek artan biçimde kullanılarak atmosfere saldığımız emisyonlar olduğunu biliyoruz. O halde enerji tüketimi ve emisyonlar ile küresel ısınmanın ilişkisine tam da bu noktada bakabiliriz.

Yukarıdaki grafikte Kişi Başı Enerji Tüketiminin özellikle son yirmi beş yılda hızlanarak arttığını ve buna bağlı olarak CO2 emisyonlarının da ona paralel arttığını görmekteyiz.

 

Aşağıdaki grafik yıllar içinde atmosferdeki CO2 seviyesinin geldiği yeri göstermektedir.

Geçmiş yüz binlerce yıllık dönemlerde atmosferdeki CO2 emisyonunun yaklaşık 150 ppm ile en yüksek 300 ppm arasında olduğunu ve bu artış ve azalışların buzul çağlarına giriş ve çıkış dönemleri içinde gerçekleştiğini görüyoruz. 1950 Yılında ilk kez 300 ppm’in üzerine çıkan CO2 emisyonu o tarihten bu yana yani son 70 yıldır dünya tarihinde hiç görülmemiş seviyeye geldi.

Ve bu oluşum dünyanın atmosferindeki sıcaklığın artmasına neden olmaktadır. Dünyadaki ortalama sıcaklık 1970’den sonra hızla artmaya başlamış ve 2019 yılında 0,92 santigrat dereceye ulaşmıştır. Unutulmamalıdır ki, bu arış ortalama artıştır. Bu ortalamaya gelmesi için dünyanın bazı bölgelerindeki ortalama ısı artışları 5-7 ve hatta bazı bölgelerde 10-15 derecelere varmaktadır. Asıl felaketlerin yaşanacakları yerlerde işte tam buraları olacaktır. 

 

2010 Yılında Dünya birincil enerji tüketimi 12 milyar TEP. (TEP=Ton Eşdeğer Petrol) 2030 Yılında ise bu rakamın 16,5 milyar TEP’e çıkacağı öngörülüyor. 2010 Yılında tüketilen enerji için kullanılan fosil yakıtlar, toplam miktarın %86’sı. Yani 10,36 milyar TEP enerji kaynağı fosil. Buna karşılık 2030 Yılında toplam enerjinin %81’inin fosil yakıtlardan elde edileceği öngörülüyor. Karşılığı ise yaklaşık 13,4 milyar TEP. Sonuç olarak önümüzdeki yaklaşık on yılın sonu itibariyle bugün kullandığımızdan %30 daha fazla fosil yakıt kullanacağız. Bu artış her yıl bir öncekinden daha fazla olarak gerçekleşip sonunda %30 artışa kadar ulaşacak. Bu artış ne getiriyor?

 

Öncelikle şunu söylemeliyiz: Atmosferdeki CO2 miktarı 350 ppm olmalı. Bu miktar güvenli seviye olarak görülüyor. Peki, gerçek rakamlar ne? 2012 Yılında bu rakam 396 ppm.  2018 Yılı Mart ayına gelindiğinde 408,52 ppm’e, yalnızca bir yıl sonra Mart 2019’da ise 411,04 ppm’e çıktı. Bir yılda 2,5 ppm artış. Bu trend devam ettiğinde (eğer artmadan devam ederse) 2030 yılına geldiğimizde 440 ppm’in, 2040 yılına geldiğimizde ise 465 ppm’in üzerine çıkmış olacağız. Güvenli seviye olarak ortaya konan 350 ppm yalnızca 61 ppm aşıldığında, yani bugün, neler olduğuna bakıp, 115 ppm, yani %30 oranında aştığında neler olabileceğini bulmaya çalışalım.

 

Kuzey kutup bölgesinde son on beş yıl içinde her yıl yaklaşık 300 milyar ton buz erirken bu rakam güney kutbunda yaklaşık 130 milyar ton. Ancak güney kutbundaki bu erime ile ilgili önemli bir veri; bu erimenin özellikle son on yılda üç kat arttığını gösteriyor. Buzulların erimesi elbette yalnızca kutuplarda değil, Avrupa’da Alp Dağları, Amerika’da And Dağları, Alaska, Asya’da Himalayalar ve Afrika kıtasında var olan tüm buzullar eriyip hızla küçülüyorlar. Ayrıca özellikle Kuzey yarıkürede bahar aylarındaki kar örtüsü de ortadan kalkmaya başladı. Kışın yağan kar miktarı azalırken yağan kar da bahardan önce eriyip yok oluyor. Bahar aylarındaki hatta yazın başında bile dağların yüksek yerlerinde var olan kar doğanın su rezervidir. Ve bu su Bahar ayları boyunca, yazın ilk günlerine kadar yavaş yavaş eriyerek doğanın ihtiyacı olan suyu kendi akış yolunda temin ederek onun canlı kalmasını sağlar. Erken eriyen kar ise yaz hatta bahar ayları boyunca bile doğanın su ihtiyacını yeterince karşılayamama sonucunu oluşturacak ki, bu da kuraklığın bir başka gerekçesi olarak nedenlere eklenecektir. 

 

DÜNYADAKİ SU MİKTARI

Çalışmamızın bu bölümüne kadar nüfusumuzun çok hızlı ve sürekli arttığını, bu nüfusun kendi ihtiyacı için hayvan nüfusunu da arttıracağından söz ettik. Birer canlı olarak hem insan nüfusu ve hem hayvan nüfusunun tatlı suya gereksinimi olduğunu vurguladık. Ayrıca bu canlıların besine ihtiyacı olduğunu ve mutlaka tarımsal üretimin artması gerektiğinden söz edip bu artış talebinin de ilave suya ihtiyacı olacağını anlattık. Peki! Dünyadaki su miktarı tüm bu talebe yanıt verebilecek kadar çok mu?

 

Dünyadaki su miktarı çok fazla. Hatta bize okullarda öğretilen; dünyanın %75’inin su ile kaplı olduğu bilgisidir. Evet, bu doğru. Ancak bu suyun yalnızca %2,5’’u tatlı su. Bitmedi; bu suyun çok büyük bir bölümü de kutuplardaki buzullarda birikmiş durumda. Ve şimdi onlarda eriyip deniz suyuna karışıyor. Yani yeryüzündeki denizler dışında yaşayan tüm canlıların, bitki, hayvan ve insanların ihtiyacını karşılayan su, toplam suyun %1’inden az. Bitmedi; bu %1’den az olan tatlı suyun da %30’u yeraltı suyu. İrkildik mi?

 

Bir bilgi daha! Karasal canlılar olarak kullandığımız suyun miktarı artmıyor. Çünkü doğada su kendi içindeki döngüye bağlı olarak hep aynı miktarda. Ve son bilgi; kullanılabilir suyun dünyadaki dağılımı eşit değil. Coğrafyadan coğrafyaya değişen ölçülerde ciddi farklılıklar gösteriyor ve bu farklılıklar da kalıcı değil. Yani son birkaç yüz veya bin yılda su zengini sayılabilecek coğrafyalar su yoksulu coğrafyalara dönüşebilir ve dönüşüyor da. 

 

Su ile ilgili bu çarpıcı verileri paylaştıktan sonra, gelelim suyun coğrafyalar arasındaki farklılaşmalarına. . .

 

Gerçekte doğal su miktarları bulundukları yer ve zamana bağlı olarak yağışlardan doğrudan etkilenerek değişkenlik gösterirler. Ancak, iklim değişikliği sonucu ortaya çıkan yağış rejimindeki değişiklikler su kaynakları için çok önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bu durum ise hem su kaynaklarının taşıdığı su miktarını hem de kaynakların bizzat varlığını etkilemektedir. Buradaki olumsuzluk yalnızca daha az yağış düşmesi değil, günlük, aylık, mevsimlik, yıllık dönemlerde yağışların dağılımı, miktarları ve sıklığında ortaya çıkan değişkenliklerdir.

Suyun dünyadaki dağılımını genel hatları ile aşağıdaki grafikte görebiliriz.

Kaynak: UN World Water Dev. Report 2003

                                            

Sıcaklık artışının doğal sonucu buharlaşmanın artmasıdır. Bu ise bir yandan akarsular ve göllerdeki suyun daha fazla buharlaşarak eksilmesine yol açarken, diğer yandan toprağın nem seviyesini düşürerek önce verimliliğini azaltıp hemen ardından da çok kısa süre içinde kurutarak çölleşmesi sonucunu doğuracaktır. 

Tam bu noktada ülkemizdeki yağışların ve hemen ardından da su kaynaklarının miktarlarına göz atalım.

 

SU KAYNAKLARI  POTANSİYELİ

 

Türkiye’nin yüzölçümü             783.577   km2

Yıllık ortalama yağış                       643   mm/yıl

 

Yıllık yağış miktarı                          501   milyar m 3

Buharlaşma                                   274   milyar m 3

Yer altına sızma                               41   milyar m 3

 

Yüzey Suyu

Yıllık yüzey akışı                            186   milyar m 3

Kullanılabilir yüzey suyu                   98   milyar m 3 

 

Yer Altı Suyu

Yıllık çekilebilir su miktarı                 14   milyar m 3 

Toplam Kullanılabilir Su (net)    112   milyar m 3

 

Gelişme Durumu

DSİ Sulamalarında Kullanılan            32   milyar m 3 

İçme suyunda Kullanılan                    7    milyar m 3 

Sanayide Kullanılan                           5    milyar m 3 

Toplam Kullanılan Su                       44    milyar m 3 


Su varlığına göre ülkeler aşağıdaki şekilde sınıflandırılmaktadır:
Su Fakirliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 1.000 m3’ten daha az.
Su Azlığı: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 2.000 m3’ten daha az.                     

Su Zenginliği: Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8.000-10.000 m3’ten daha fazla.”                    

Kaynak: www.dsi.gov.tr

 

Türkiye kişi başı 1,519 m3 kullanılabilir su miktarı ile ‘Su Azlığı Çeken Ülkeler’ grubuna girmektedir.

Yaşamakta olduğumuz iklim değişikliğinin ülkemizde en çok etkilediği ve giderek artan miktarlarda etkileyeceği yerler öncelikli olarak Orta Anadolu, Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümü ve bütün bir Güneydoğu Anadolu bölgesidir. Buraları düşünülenden de hızlı bir zaman dilimi içinde çölleşmenin yaşanacağı çok geniş bölgeler olacaktır.

Ülkemizde tüketilen suyun %74’ü tarım amaçlı, %11’i sanayi ve %15’i de kentsel amaçlı tüketilmektedir.

 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, AKDENİZ VE TÜRKİYE

Türkiye 36-42 derece kuzey enlemleri arasında bulunmaktadır. Bu bilgiyi neden paylaştık? İklim değişikliğinden kaynaklı en önemli etki dünyanın 30 derece enlemi civarındaki, yüksek basınç bandının ortalama sıcaklık artışlarına bağlı olarak daha kuzeye, yani Türkiye ve beraberinde Akdeniz Bölgesine doğru kaymasıdır. Bu ne demektir?

Güneşten gelen enerjinin dünyanın her bölgesine eşit olarak dağılmadığını biliyoruz. Güneş ışınlarını daha uzun süre ve doğrudan alan ekvator bölgesi çok fazla, buna karşılık kutuplar bölgesi ise daha eğik ve dolayısıyla daha az enerji almaktadır. Bu durumda ekvatorda daha çok ısınan hava yükselir ve burada bir alçak basınç alanı oluşur. Soğuyan hava ise dünyanın daha soğuk bölgelerinde, örneğin kutuplarda aşağıya doğru çöker ve yüksek basınç bölgeleri oluşturur. Yükselen sıcak hava soğuk olan kutuplara doğru harekete geçer. Ancak dünyanın dönüş hızına bağlı olarak kutup bölgelerine varmadan hem kuzey ve hem de güney yarı kürede 30 derece enlem civarlarında çöker ve bu aralarda yüksek basınç bandı oluşturur. Yüksek basınç bandının en önemli etkisi ise yarattığı kuraklıklardır. Bugün dünyanın en büyük çöllerinin hem kuzey ve hem de güney yarı kürede tam da bu yüksek basınç bantlarında olduğunu görürüz.  Dolayısıyla önceki paragrafta belirttiğimiz yüksek basınç bandının bugüne kadarki yerinden kuzey yarı kürede daha kuzeye kayması, yani içinde Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz çanağına doğru yer değiştirmesi beraberinde hızlı bir şekilde kuraklığı getirecektir, hatta şu ana kadar çok da farkında olmasak bile, getirmektedir.

 

İKLİM DEĞİŞİKLİĞİNİN TOPLUMSAL YAŞAM ÜZERİNDEKİ OLASI ETKİLERİ

İklim değişikliği ile ilgili yapılan hemen tüm çalışmalarda konunun gelecek etkileri doğada ortaya çıkan ve çıkacak sonuçlarla, bunların hangi coğrafyalarda ve hangi ölçülerde olacağı ile ilgili. Peki; doğada ve dolayısıyla bazı coğrafyalarda olumsuz olarak ortaya çıkacak bu değişikliklerin öncelikle o bölgelerde yaşayan insanların yaşamına etkileri ne olacak ve o insanlar bu etkilere karşı nasıl tepkiler geliştirecekler? Konunun asıl önemli yanı bu. Ancak, bu konuda gerçek anlamda neler olabileceği ve bunların etkilerinin ne olacağına ilişkin ciddi hemen hiçbir çalışma yok. Olanların da bu güne dek sesi yeterince yüksek çıkmadı. Oysa asıl konu bizce bu. Bu nedenle bu çalışmayı konunun asıl bam teline hızlıca vurarak çok ses getirmesi ve bizden önce konuya eğilen az sayıdaki çalışmalarla birlikte bizden sonra da iklim değişikliğinin gelecekte sosyal yaşam üzerinde ve toplumsal hareketlenmelerde ortaya çıkaracağı etkilerin neler olacağına ilişkin doğru zamanları ile birlikte doğru modellemelerinin ortaya konmasını umuyoruz.

 

SURİYE

Aslında, iklim değişikliği ve yarattığı sonuçları açık ve net ortaya koyabilecek çok acı bir örneği yaklaşık son on yıldır bizzat yaşayarak görüyoruz. İklim değişikliğinin neden olduğu hızlı su kaybı ve sonucu olan kuraklık bir topluma neler yaşatıyor ve söz konusu toplumu ne hale getiriyor. .  Bunun örneğini Suriye de gördük ve görüyoruz. Suriye’nin yıllardır yaşadıkları ve halen yaşamaya devam ettiği ne yazık ki, kendi bağımsızlığını da yitirdiği, bundan sonra yaşayacakları da kökeninde iklim değişikliğinin yarattığı sonuçlardır.

Suriye; M.Ö 8000 yıllarından başlayarak ilk yerleşik tarımın yapıla geldiği ve bu nedenle ilk kez Amerikalı arkeolog James N. Breasted tarafından Bereketli Hilal olarak da adlandırılan Mezopotamya bölgesinin içinde kalan bir ülke. En azından topraklarının bir bölümü bu bölgenin içinde yer alıyor. Binlerce yıldır tarım yapılan bu ülke 2006 yılından başlayarak şiddetli bir kuraklıkla karşı karşıya kalıyor.

Burada Suriye ile ilgili birkaç bilgiyi ve bahse konu dönemde neler olduğuna ilişkin rakamları paylaşalım.

Suriye nüfusu çok hızlı artan bir nüfus. 1970 Yılında yaklaşık 6,4 milyon olan Suriye, on yıl sonra 1980 yılına kadar %40 artarak 9,0 milyona çıkmış. 1990 Yılına geldiğinde yine %30’dan fazla artış göstererek 12,5 milyona ulaşmış. 90’lı yıllardaki nüfus artış hızı da aynen devam etmiş ve 2000 yılına geldiğinde 16,5 milyon olmuş. Kuraklığın başladığı yıl 19 milyona yaklaşan nüfus, yıllık yaklaşık %4 gibi ilginç bir artış hızı ile 2010 yılında 21,5 milyonu geçmiş. Bu arada Suriye, Irak işgali sonrası ortaya çıkan güçlü bir dış göçün de yıkıcı etkilerini eş zamanlı olarak kendi şehirlerinde yaşamaktadır. Bir yanda Suriye gibi bir ülkenin böylesi hızlı bir nüfus artışını karşılayamayacağı gerçeği, diğer yanda 2006 yılında başlayan ve sonrasındaki yıllarda da devam eden kuraklık nedeniyle tarımsal üretiminin %75, hayvan varlığının ise %85’i gibi çok büyük bir oranını kaybetmiş kitleler. BM’in yayınladığı rapora göre 2009 yılında 800 binden fazla Suriyeli tarımdan sağladığı geliri tümüyle kaybetmişti. 2011 Yılına gelindiğinde ise kuraklık nedeni ile açlık tehlikesi altında kalan Suriyeli sayısı bir milyonu geçmişti. Aşırı yoksullukla boğuşan kişi sayısı ise 3 milyona yaklaşmıştı. 

Bu insanların büyük bir bölümü deyim yerinde ise can havliyle kentlere doluştu ve ciddi bölümü açlıkla karşı karşıya, yine önemli bir oranı da aşırı yoksulluk altında yaşamaya mahkûm oldu. Uzun süre devam edemeyecek bir ortam. Kuraklığın başladığı yıllarda ve ülkeyi üst üste vurduğu 6 yıl içinde de ne yazık ki Suriye yönetimi iklim değişikliğinin de, açık açık yaşamakta oldukları etkilerinin de farkında olmaksızın yalnızca seyretti. Ülkenin altından kalkamayacağı nüfus artışı, kontrol altında tutulamayan dış göç ve tarımsal üretimin sekteye uğraması sonucu yaşanan iç göç toplumu çok kısa sürede içerden çökerten bileşenlerdir. Ve hiçbir toplum, çok zengin olsa bile bu çöküşü engelleyemez. Suriye’deki muhalefetin ilk başladığı ve taban bulduğu toplumsal kesimin büyük oranda kırsal kesim ve kırsal kesimden göç etmiş insanlar arasından olması, iklim değişikliği olgusu ve onun sonuçlarının neler üretebileceğine örnek oluşturması açısından önemlidir.

 

NÜFUS ve GÖÇLER

Önümüzdeki yirmi yılın sonunda insanlık kendi tarihinin en kalabalık nüfus seviyesine gelecektir. Yaşamaya başladığımız iklim değişikliğinin dünyayı değiştirmekte olan sonuçları ile birlikte düşünüldüğünde milyarlarca insan açlık ve susuzlukla karşı karşıya kalacak. Bu insanların içine düştükleri duruma karşı tepkileri ortaya çıkacaktır. İlk ve en yaygın tepki GÖÇ olacaktır. Milyarlarca insan yaşamak için bulundukları yerleri terk ederek suya ve gıdaya ulaşabileceklerini düşündükleri kendi ülkelerinin içindeki kentlere doğru kitleler halinde akmaya başlayacaklar. Bu akış tarımsal yaşam alanlarındaki dengeler bozulduktan sonra kentsel yaşam alanlarındaki dengeleri de gıda zincirinden başlayarak bozacaktır. Yukarıda Suriye’den söz ettik. Onların yaşadıkları kendilerine özgü bir olay değil. Dünyanın her yerinde ve tüm zamanlarda yaşanan ve bundan sonra aynı koşulların ortaya çıktığı her yerde ve zamanda yaşanacak olanlardır.

 

Gerçekte yalnızca son on yılda bu alanda yaşananlara bakarak neler olduğunu ve elbette yakın gelecekte neler olacağını da görme olanağımız var. Birleşmiş Milletler örgütünün (UNDP) yayınladığı raporda 2008 ile 2018 arasındaki on yıl içinde iklim değişikliğinin neden olduğu göç sonucu 265 milyon kişinin yaşadığı yerleri terk ettiği bilgisi var. 2017 Yılında yalnızca Güney Doğu Asya’da meydana gelen iklim değişikliğine bağlı doğal felaketler sonucu 10 milyon insan göç etmek zorunda kalmış.

 

Özellikle son yıllarda ABD Başkanı Donald Trump’ın Meksika’dan gelen göçmenlere karşı aşırıya varan tepkileri dünya basınında sıkça yer almaya başladı. Çok sayıda insan bu tepkilerin ırkçılık düzeyine eriştiğini de dillendiriyor. Bizce de bu eleştiriler haklı. Peki; Meksika sınırına duvar örmeye kadar varan bu göçün gerçek nedeni ne? Tam olarak iklim değişikliği.

 

Meksika özellikle son elli yıldır dikkat çeken bir ısınma yaşıyor. Bu ısı artışının kuzeyde 4 santigrat dereceyi bulduğu ölçümlendi. Daha güney kesimleri ise bu sıcaklığı 2 derece olarak gördü. Ülkenin büyük bir bölümü yüksek basınç sisteminin çöktüğü 30 derece enlem kuşağında yer alıyor. Yani kuraklığın zaten yoğun yaşandığı bölge. İklim değişikliğinin de ilk ve en yoğun etkilediği bölge. Zaten kısıtlı olan yağışlar ve dolayısıyla su bu süreçte daha da azalarak yaşamı daha da çekilmez hale getirmiş durumda. Kuzey Meksika’da yaşayan insanlar kendi ülkelerinde şehirlere doğru gitmek yerine Amerika’ya göç etmeyi daha anlamlı buluyorlar. ABD topraklarına geçebilenler aslında yaşamlarını tam olarak düzene sokamıyorlar. Genellikle niteliksiz işleri çok ucuza ve çok ağır şartlarda yapmaya çalışarak orada tutunmaya çabalıyorlar. Ancak, böylesi bir yaşam bile onların kendi ülkelerindeki koşullardan daha fazla tercih ettikleri bir durum. Birçoğu dil bilmeyen ve öğrenemeyen, eğitim alamayan son derece yoksul ve insan onuruna uygun olmayan yaşam koşullarında hayatlarını sürdürmeye çalışıyorlar. Diğer taraf ABD yönetimi ise, bu göçün kendi yaşam biçimlerini tehdit ettiğini düşünüyor. Ve ABD kamuoyunda buna destek veren çok geniş bir taban da mevcut.

 

Başkent Mexico City, yıllar önce Aztek’ler tarafından göller bölgesinde kurulmuş olması nedeniyle su zengini bir çevrede bulunuyordu. Ancak, bugün yoğun iç göçle birlikte gayrı resmi olarak 20 milyona varan nüfusunun su ihtiyacını gideremeyecek durumda. Şehrin özellikle yoksul kesimleri haftada yalnızca iki gün su alabiliyor. Şehir kullandığı suyun % 40’ından fazlasını uzak (30 km) yerlerden taşıyor. (Bu durum ülkemizde de İstanbul ve Ankara gibi şehirlerde benzer.) Bu hatlar inşa edilirken sorun çözülecek gibi düşünülüyordu. Hatta çok uzun yıllar su ihtiyacını karşılayacağı hesaplanmıştı. Ancak, şehir devasa nüfusu ve alt yapısındaki yanlışlık ve yetersizliğin de katkısı ile ağır bir susuzluk sorunu yaşıyor. Hem Mexico City ve hem de ülke ekonomisi bir türlü kendine gelemiyor. Yaşadığı ekonomik kriz ise altından kalkılamayacak noktalara doğru gidiyor.

 

Mexico City’nin yaşadığına benzer olguları Güney Afrika’da Cape Town’da yaşıyor. Ve gerekçe aynı. İklim değişikliği. Peki Cape Town nerede? 33 derece Güney enleminde.

 

Lütfen tam bu noktada son 1-2 yıldır dünyada ekonomisi en kötü olan veya en kötüye giden ülkelerin hangileri olduğuna bir bakın.

 

Meksika yıllar içinde giderek artan kuraklıkla mücadele etti. Tıpkı Suriye gibi. Özellikle 2011 yılında kuraklık en üst noktaya çıktı ve 2 milyona yakın büyükbaş hayvan açlık ve susuzluktan öldü. 200,000 hektar alanda ekinler kurudu. Yüz binlerce insan yaşadıkları yerleri terk ederek büyük şehirlere ve bir bölümü de ABD’ye göç etmeye çalıştı. Yapılan hesaplamalar Meksika’nın 2030 yılına kadar tarım yapabildiği topraklarının %70’ini kaybedebileceğini ortaya koyuyor. Hatta bir kısım senaryolar 2050’den sonra tarım yapılabilecek arazilerin tamamının yok olacağını öngörüyor. Peki, Meksikalılar ne yapacak? Elbette yaşayabileceklerini düşündükleri yerlere göç edecekler. Nereye? Önemli bir bölümü belki ABD’ye. Ancak, ABD’nin güney eyaletleri de iklim değişikliğinden zarar görecek öncelikli coğrafyalardan biri. Bu durumda şiddetli çatışmalar ve ardından hepsi birlikte daha kuzeye göç. Domino etkisi. 

 

Açlığın felsefesi, ideolojisi, siyaseti, dini, mezhebi veya etnisitesi yoktur. Aç insan her kim olursa olsun aynı davranışları sergiler. Maslow ve onun ortaya koyduğu ‘ihtiyaçlar hiyerarşisi’. Konu bu kadar basit, bu denli temel.  

 

Özetle:

20 Yıl içinde dünya nüfusu 9,5 milyar olacak

Bu nüfus artışı beraberinde tarımsal üretimin %40 veya daha fazla artışını talep edecek

Yine bu nüfus artışı kentleşmeyi ve sanayinin yaygınlaşmasını arttıracak.

Tüm bu saydığımız talep artışları su gereksinimini en yüksek seviyeye getirecek.

Ayrıca yine tüm bunların karşılanabilmesi için enerji talebi de çok daha fazla oranlarda artacak.

Enerji talebini karşılayabilmek için daha çok fosil yakıt kullanacağız.

Daha çok fosil yakıt, daha çok CO2 emisyonu getirecek ve iklim değişikliği artarak devam edecek.

İklim değişikliğinin sonuçları kuraklık ve çölleşme.

Ve 9,5 milyar insan için açlık ve susuzluk. Tarımsal yaşam alanlarında kurulu düzenin ve dokunun bozulması. Gıda zincirinin bozulması. Ardından GÖÇ. Göç’ün yaratacağı sonuç kentsel dokunun bozulması. Kentsel yaşam içinde kargaşa ve çatışmalar. Artık varlığından söz edeceğiniz bir toplumunuz yok.

Bu göç, çevre ülkelere de yayılmaya başladığında o ülkelerde de aynı bozulmalar yaşanmaya başlanacaktır. Domino etkisi. Bu gelinen noktada ise uygarlık çöküyor demektir.

 

“Dünyanın iklimi, çoğu bilimsel tahminleri aşan bir oranda değişiyor. Bazı aileler ve topluluklar zaten felaketlerden ve iklim değişikliğinin sonuçlarından acı çekmeye başlamış ve yeni bir başlangıç ​​arayışında evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. ” (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği)

Sonuç olarak; kontrol edilemeyen göçler kentlerin organizasyonunu ve dolayısıyla yapılanmalarını bozuyor. Böylece hem köylerin hem de kentlerin dokusu bozuluyor. Bozulan dokular yerel ve/veya merkezi yönetimler tarafından süratle tamir edilemiyor ve tüm toplum hızla bozulma, kargaşa ve anarşi ortamına dalıyor. Artık, toplum için 'son' gelmiştir. Tüm bu olgulara eş zamanlı ortaya çıkabilecek dış göçleri de dahil ederseniz, toplumunuzun bozulma sürecini kısaltmış olursunuz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde gıda zincirinin bozulması toplumsal çöküşü getirecektir.

Tarımsal alanlar toplumların yaşamsal kaynaklarıdır. Hiçbir toplumun asla ikinci plana atamayacağı yaşamsal kaynaklara erişim ve bu alanların yer aldığı coğrafyanın gelecekteki şekillenmesini ve sahip olacağı olanakları göz önüne alarak yönetilmesi su, bitkisel ve hayvansal gıda üretimini sürdürülebilir kılacaktır. Tersi ise toplumları çökertecektir. Tüm bilimsel raporlar İklim değişikliğinden en çok etkilenecek bölgelerin başında Akdeniz havzasının geldiğine işaret ediyor. Yapılan ölçümler ise, bu etkilerin uzunca bir süre öncesinden başladığını açık açık ortaya koyuyor. Hemen yanı başımızda Suriye, bunun etkilerini çok acı bir şekilde yaşadı ve halen yaşıyor. Ancak, yaşadıklarımız bize bu sorundan kaynaklanan etkileri yalnızca ilgili ülkenin değil, çevresindeki diğer tüm toplumların da birlikte yaşadığını gösteriyor. Dolayısıyla, İklim Değişikliği yalnızca ilgili ülkeyi çökertmiyor, yanı başındaki diğer ülkeleri de çöküşün başlangıcına getiriyor. Uluslararası kuruluşlar yüzyılın sonuna kadar bir milyar insanın sözü edilen nedenlerden ötürü göç edeceğini öngörüyor. Ancak, bu öngörüye biz katılmıyoruz. Bu sayıda insanın göç etme talebi ve bu göçü başlatması için yüzyılın sonu çok uzun bir süreç. Biz çok daha yakında, yani 20 yıl içinde bu sayının yarısına yakın insanın göç etmeye başlamış olacağını düşünüyoruz. Hatırlayalım: Suriye’de köylerden kentlere göç eden sayısı 3 milyonun biraz üzerinde idi. Ancak yarattığı sorun 8 milyon insanın Suriye dışında başka ülkelere göç etmesi veya etmeye çalışması sonucunu doğurdu. Ve hemen bu noktada hatırlatalım. 300 milyonluk Avrupa Birliği ülkeleri bu rakamın ancak 1,5 milyonunu aldı. Daha fazlasının gelmemesi için de bir taraftan yeni anlaşmalar yapıp, (Türkiye ile yapılan anlaşma) diğer taraftan rüşvet dağıtmaya başladı. Yetmedi; Avrupa’nın göç gelebilecek karasal sınırlarına beton duvarlar örmeye başladılar. Yani bu ölçekte gerçekleşebilecek göçlerin altından hiçbir toplum kalkamaz. Avrupa Birliği gibi dünyanın en zengin ülkelerinin oluşturduğu ve toplam nüfusu 300 milyonu aşan bir birlik bile ancak 1,5 milyon göçmeni kendi yaşam biçimlerini bozmayacak ve onları absorbe edebilecek miktar olarak gördüler. Yani tüm zenginliklerine rağmen toplam nüfusları içinde %0,5 oranında bir sayı.  Konu insan hakları, yardımseverlik, iyi niyetli olmakla altından kalkılabilecek bir konu değil. Bilim, bilimsel çalışma, planlama ve bu planlar doğrultusunda harekete geçmek gerekir.

Bu örnekten hareketle büyük kitlesel göçlerin çevre ülkelere yayıldığını yaşayarak gördük. Bu ani nüfus artışı kısa süre içinde absorbe edilemiyor. Ve nihayet domino etkisi ile uygarlıklar tek tek yıkılmaya başlıyor. Tarihte olan buydu. Tunç Çağı tam da buna benzer bir sürecin sonunda yıkıldı. 3200 Yıl sonra yaşanacak olan da bu gibi görünüyor. Bu sonuçları yaşayıp yaşamayacağımızı değil, onları nasıl engelleyeceğimizi tartışmamız gerekiyor. İnsanoğlunun geldiği bilimsel ve teknolojik seviye iklim değişikliğini de, dolayısıyla onun sonuçlarını da engelleyecek yeterlilikte. Ancak ne yazık ki bu bilim ve teknoloji kapitalizmin emri altında ve yalnızca ona hizmet ediyor. Uygarlığın çöküşüne engel olamayacağının gerekçesi de tam olarak bu, yetersizliği değil.  

 

Aydın SÜZER

Temmuz 2019

Kaynak: asuzer.blogspot.com.tr "İklim Değişikliği, Nüfus, Kuraklık ve Göçler")

bottom of page